9 Temmuz 2014 Çarşamba

Yaylam geldi


       Bilenler bilirler. Ne zaman bos bir vakit bulsam kendimi hemen doganin kollarina atarim. 



Annem babam memur oldugu icin yaz aylarinda kardesimle beni yaylaya babannemin yanina birakirlardi. Bütün kuzenler yaylada olurduk. Bir kac haftalik deniz tatilini saymazsak neredeyse bütün bir yaz mevsimini, bazen kiraz agacinin dallarinda bazen erik agacinin tepesinde bazen de elimizde yarim yamalak bir biçakla ceviz agacinin dibinde geçirirdik. 

Annem
Öz de Yörük Tahtacisi oldugumuz için bazi zamanlar toplanip toroslarin eteklerinde oduna giderdik. Odun dedigim de; üç dört aylik yayla zamaninda bir ya da iki defa pisirecegimiz yufka ekmek için toplanan çali çirpi. Ayni zamanda aksam sporu. 
Bazi günlerde daglarin eteklerine sapanlarimizla gittigimiz av partilerimiz. O partilerden her seferinde elimiz bos dönerdik. Ya sapanin lastiginde sorun olurdu ya da dogru tasi bulamazdik. Yani bütün suç o daglara en dogru sekilli tasi koymayan doga ananindi. :)) 

Bizim icin yaylamizin en macerali aktivitesi ise ''Kale'' diye adlandirdigimiz, yaylaya tam tepeden bakan ama yanina gitmedikce sur kalintilarini göremeyecegin yüksek bir ucuruma, sözüm ona tirmanmakti. Her seferinde uçurumun arkasindan dolanirdik ve tirmandigimizi zannedip kendimizle gurur duyardik. 

Bir de aslinda hic sevmedigimiz fakat duruma göre sevebilecegimiz baska bir aktivitemiz daha vardi. O da eve su getirmek. Babannem aksam günes batmadan önce tüm torunlarini etrafina toplayip herkesin eline birer ikiser su sisesi tutustururdu. Evlerin biraz ilerisinde, yaklasik iki kilometrelik bir tepenin sonunda dünyanin neresine giderseniz gidin her yerde ayni isimden bir tane daha görebileceginiz  ismi  ''Besgöz'' olan o meshur kaynak suyundan su doldurmaya giderdik. 


                                                                                                              Babannem

Sanki su satan bir firmanin dagiticisi
gibiydik. Halbuki yayla evlerimizde babannemin tabiri ile ''sehir suyumuz'' vardi. Fakat bu ''Besgöz'' ün suyu babanneme göre baska suydu. Bize göre de tek farki musluktan akmiyor olusuydu. Bu etkinlik bizleri çogu zaman sinir ederdi. Çünkü babannem bizi, ya top oynarken ya saklambaç oynarken ya da saga sola hoplayip ziplamaktan bitap düstügümüz anlarda çagirirdi. 
-Ahmetcik, Alis, Ismail, Senem, Mahmut... Suya gitmiyonuz mu huu! Hadi kuzum. Iki ziplayin gelin de taze taze su icelim bu aksama. 

Ben babannemin bize kizarak birsey yaptirdigini hiç hatirlamiyorum. Hep gülerdi. Hala da öyledir. 

Bir yandan bizimle konusurken diger yandan da dizlerini bükmeden yere egilmis bir vaziyette nane ya da maydanoz toplardi. Naneyi de maydanozu da isaret parmagi ve bas parmaginin arasina alip sanki onlari tek tek hizaya sokarmis gibi toplardi. Onlar ise birkac gün sonra yine taptaze bir sekilde babannemin parmaklarini beklerdi.
    
                               Findikpinari Yaylasi / Mersin 



Neyse suya dönelim. 
Suya sadece bir kosulda gitmek icin can atardik. O da pinarin basinda bir güzel varsa! 

Ben ne zaman gitsem, tipki bizim gibi babasi ve annesi tarafindan yayladaki nenesinin dedesinin yanina yaz mevsimini geçirsin, çukurovanin sicaklarina maruz kalmasin diye birakilmis bir güzel görürdüm. Eger su basinda her aksam bu sekilde bir durum cereyan ediyorsa kimin suya ne icin gittigini anlamak kesinlikle cok kolaydi. 

Nasil mi? 

Toz topragin içinde jöleli saçlar ve anneye çaktirmadan yaylaya getirebildigin güzel, kaliteli ve iyi marka bir tisörtün...:)) 

Tek basina gittiginde en fazla bes dakika zaman harcadigin yer de anlamsizca harcadigin bir iki saat...:)) 

O güzelin dikkatini çekmek için yanindakilere gürültülü bir sekilde basindan geçen çok gereksiz bir olayi dünyanin en önemli olayiymis gibi anlatmak...:)) 

Her seferinde bikmadan usanmadan Ferdi Tayfur'un ''Cesmenin basina bir güzel inmis'' sarkisi ile dalga geçmek ve tipki onun gibi sarkiyi söylemek ve bir yandan da biz aslinda ''Bu'' degiliz mesaji vermek. Bu mesaji verirken de elinde tuttugun ve sana cesaret veren  CD Man çalarin. :)) 


Yaylada aksam saatleri cok can sikici olabiliyordu. Genellikle haftaiçi annelerimiz ve babalarimiz sehirde islerinde  güçlerinde olduklari için aksamlar eglenceli olmayabiliyordu. Aksam saatlerinde yatmadan önce en çok güldügümüz ve gülmekten karnimiza agri giren tek durum, gün içerisinde kontrolsüz bir biçimde yedigimiz envai çesit meyvalarin gaz olarak kontrolümüz dahilinde çikmasiydi. :))

Rahmetli dedem çocukken menenjit hastaligi gecirmis ve bünyesinde hastaliktan sonra uyku ile alakali bir problem kalmis. Bazen birisiyle konusurken dahi uykuya dalardi ama hatirladigim kadariyla bir iki dakikayi gecmezdi. 

Aksamlari  yayla serin oldugu icin hepimiz yatana kadar ayni oda da oturur dedemin bir türlü bitmeyen ''Dag'' masalini dinlerdik.

-Bir varmis bir yokmus. Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, ben ebemin besigini tingir mingir sallar iken bir dag varmis. O dagin arkasinda bir dag daha varmis. O dagin arkasinda bir dag daha varmis. O dagin arkasinda bir dag daha... diyerek ve sürekli ayni cümleleri kurarak bir yandan da bizim merakli bakislarimiz karsisinda alttan alttan gülerek bikmadan usanmadan ayni masali defalarca anlatirdi. 

Aslinda cok netti yörük bir tahtaci oldugu ve bilinç altina daglari nasil yerlestirdigi. Bu Dag masali, onun yasadigi kültürün bilinc altina nasil yansidiginin cok acik bir kanitiydi. Belli ki ne zaman bir dagin ya da tepenin ardina gitmeye karar verseler obalarini oraya kurmaya karar verseler baska bir dag yollarina engel olmustu ya da tepe çadirlarina uygun degildi. 

Dedemin masali yine ayni cümleyle biterdi. Biz yine o dagin arkasinda ne oldugunu ögrenemezdik ve dedem anlatirken uykusu gelirdi ve uykuya dalardi. O, uykuya daldigi zaman ise bizim karnimizda sabirsizlikla bekleyen o gaz, tipki yildiz savaslarinda oldugu gibi, tipki gök gürültülü ve sagnak yagisli bir firtina gibi tipki serseri bir kursun gibi saga sola firlardi. :)) 
Dogal olarak yayla gibi sessiz bir ortam da az biraz gürültü olurdu ve bu gürültünün akabinde ortaya yayilan kokunun da etkisinden mütevellit dedem yavasça gözlerini açip bize bakardi. Biz de birbirimize bakip gülmemek için kendimizi zor tutardik. Bir defasinda o kadar çok bombalamisiz ki adamcagiz yatagindan kalkti. Oturdu. Gözünün biri açik digeri kapali bir sekilde; 
''Endegi kic ben de olsaydi demirciye gidip mihlatirdim'' dedi. :)) 

Aksam saat 10 oldugu zaman yayla da hayat dururdu. Sanki herkes sözlesmis gibi o saatte uyurdu. Biz de çocuklar olarak mecburen uyurduk. 
Her gece dua ederdim. Sonra uyurdum. Ne için dua ettigimi hatirlamiyorum. 

Detayli olarak hatirladigim kendi aramizda ''Tatli rüyalar,iyi rüyalar,renkli rüyalar,böyle rüyalar,söyle rüyalar'' diye atistigimiz  ''En yaratici rüya dilekçisi'' oyunu. :))  

Her aksam uyumadan önce ise sabah yiyecegim tereyagli ve tulum peynirli ya da çökelekli bazlamayi hayal ederdim.

Sabah oldugunda ya babannem ya halam ya da komsudan sicak sicak bazlama (yufka ekmegin biraz kalin hali ve ebat olarak küçügü) gelirdi. O sicak bazlamayi da kaçirmamak icin bogazina düskün olan torunlardan birkaçimiz hemen kahvalti sofrasina kurulurduk. Bazlama ile tereyagi ve tulum peyniri yemek aslinda tam bir ustalik isidir. Eger tulum peynirini ekmegin içine yagdan önce koyarsan, tulum peyniri, dürüm yaptigin bazlamadan düserdi. O yüzden sicak bazlamaya önce tereyagini sürersin sonra da tulum peynirini üstüne atarsin. Peynir ekmege yapisir sen de rahat rahat peynirli dürümünü mideye indirirsin. Tabii bunun yaninda sofrada; taze maydanoz, taze nane,salatalik,domates  birbirinden farkli en az 4 çesit reçel,sarisi kayisi kivaminda en fazla iki günlük yumurta ve daha neler neler...   

Gel zaman git zaman dedemin bütün çocuklari yaylada kendilerine ayri evler yaptirdilar . 
Belli bir zaman sonra aksam yemekleri ve sabah kahvaltilari arada sirada kalabalik olsa da hicbir zaman eski tadi vermedi. 
Çünkü herkesin evi artik ayriydi ve istesek de istemesek de arada görünmez bir duvar vardi. 

Tabii babam da ev yaptirdi. Bizim yayla evini yaptirirken o evi hiç istememistim. Alttan alta kiziyordum ona. ''Yayla yaptirana kadar deniz kenarindan bir ev alsaydi keske'' diyordum. 

Liseye gectikten sonra ben de dahil olmak üzere bütün kuzenlerim yayladan uzaklastik. 
Hepimiz deniz kenarlarini, tatil yerlerini tercih ediyorduk. Kimimiz çalisiyor kimimiz de yaz aylarinda sehirde kalmayi tercih ediyorduk. 
Üniversite zamani boyunca ise birak yaylayi, neredeyse dogdugumuz sehiri unuttuk. 

Simdi ise kendi kendime ''babam iyi ki bu yayla evini yaptirmis'' diyorum.

Babam 
Çünkü insan herseyi unutuyor ama sanirim unutmadigi tek sey çocuklugu oluyor.  


















Bugün Manhattan da is yerime giderken hergün ugradigim meyva tezgahina ugradim. 
Bu sefer sabah saatleriydi. Genelde ögleden sonra ugradigim icin iyi meyvalar bitmis oluyor. 
Gözüme kiraz ilisti ve zannediyorum 2 pound kadar aldim. Meyva tezgahinin sahibi Türk vatandasi bir arkadasim oldugundan sagolsun genellikle tam fiyat almiyor. Ona ragmen kirazin etiket fiyati benim yaylada yedigim, senin Anadolu'da pazardan alip yedigin kirazin üç dört kati fiyati. 

Ben kendi kendime kafamda bunun analizini yaparken ve bir yandan da kirazi yerken aklima sürekli çocuklugumda yayla da dalindan kopararak yedigim kirazindan seftalisine,elmasindan erigine,findigindan kayisisina her türlü meyva geldi.  Ardindan ise yukarida yazdigim fazlasi var eksigi yok anilarim tek tek gözümün önüne geldi. Sonra yine kendi kendime düsündüm. 

Bu hayattan ne bekliyoruz ve hayat bize ne veriyor? diye sordum. 

Mutlulugun tanimi ne? Formulü var mi? dedim. 

Biz insanlari ne üzüyor acaba? Bizim dogadan ayri bir parca oldugumuzu düsündüren yapi nedir? diye soru yagmuruna tuttum zihnimi. 

Tüm bu sorulari sorarken küçük bir aydinlanma yasadim. 

Ben matematigin sadelestirme üzerine kurulu oldugunu çok geç anladim. 
O yüzden de üniversiteyi 24 yasimda kazandim.:)) 

Sanirim,  HAYAT da  tipki MATEMATIK gibi. 

Ne kadar sadelesirsen o kadar mutlu oluyorsun. 


''Insanim'' diyebilenin kimyasinda hali hazirda olan bir özelliktir diye tahmin ediyorum: Bilgi ile donansan da para içinde yüzsen de eninde sonunda SADELESMEYI seçeceksin. 

O zaman; 

Hayati ne kadar sadelestirirsen o kadar mutlu olursun. 


Ahmet Serdar Eker 
9 Temmuz 2014 
New York



1 yorum:

  1. Eline sağlık, beni tekrar çocukluğumu götürdün. Ahmet Emminin lokum duvarlı masalları, halanlarla, amcanlarla, Çavuş Emminin çocukları ile akşamları oynadığımız saklambaçlar, yakan taşlar, gıncırdaka binmelerimiz film şeridi gibi gözümün önüne geldi ve çok duygulandım. Anladım ki o zamanlar daha mutlu imişiz. Cebimizde beş para yoktu ama bir araya gelip bir şeyler paylaşmanın heyecanı vardı. Neden ve nasıl böyle olduk anlamıyorum, bildiğim tek şey mevcut durumdan hiç hoşlanmadığım. Sen o kadar uzaktasın gelemiyorsun benim 30 km uzağımda bende gidemiyorum. Seninde dediğin gibi hayatı düz ve sade yaşamak lazım ama ben beceremedim. Selamlar...

    YanıtlaSil