24 Kasım 2014 Pazartesi

Ögretmenler günümüz kutlu olmasin!

Okudugum okul meslek lisesi oldugu için okul nüfusunun nerdeyse hepsi erkeklerden olusuyordu. Hal böyle olunca ve ülkenin de siyasal yapisi göz önünde bulunduruldugunda okulun egitim sistemi tamamiyla militarist sistem üzerine kurulmustu. 
Orta okuldan sonra düz bir liseye kayit yaptirdik. Oradaki ilk yilimda sinifta kaldim ve ailem; ''bu çocuk okumaz, bari meslek sahibi olsun'' deyip benim kaydimi meslek lisesine aldirdilar. 

Lisede okudugum üç yil ve üstüne ayni bölümü okudugum iki yillik üniversitesine ragmen hala tornavida tutmayi dahi beceremem. Hiç bir zaman da ilgimi çekmedi. 

Hayatimin endüstri üzerine kurulu olmayacagini anladigim zaman hemen okudugum teknik üniversiteyi birakip, yedi yasimdan beri hayatimin merkezi olan sporu firsat bilerek spor akademisine hazirlandim ve ayni yil kazanip okumaya basladim. Ziyadesiyle de mezun olup elimi kolumu sallayarak ögretmen sifati kazandim. 

Ikinci lise 1 hayatimda (meslek lisesi) okula her zaman oldugu gibi yine bisiklet ile gittigim bir gündü. Atölyeden çiktim. Önlügümü astim. Bisikletimi aldim ve okulun bahçesinde bisiklet sürmeye basladim. Tam o sirada yaklasik bin ögrencisi olan o okuldaki sekiz kiz ögrenciyi gören ben, onlarla bisiklet üzerinden filört yapayim derken gidip duvara çarptim ve bacagim tam üç yerinden kirildi. 

Her ayagi kirilan insan gibi ben de bazi tatsiz (doktor, hastane, vb) zamanlar yasadim. Derken tekrar okula dönme zamanim geldi. Kasigima kadar alçi ve iki tane koltuk degnegi ile tekrar okula gitmeye basladim. Teknik ve meslek lise olmasindan dolayi, bazen metal isleri atölyesindeydim, bazen elektrik atölyesinde. Okul benim için hergün ayri bir izdirap olmaya baslamisti. Sabah 8'de baslayip aksam 4'e kadar süren bu serüven de ise gün boyu ayakta kaliyordum. 

Okula her sabah geldigim de anlamsizca siraya geçip mikrofondan ''günaydin'' diyen müdür ya da müdür yardimcisinin egolarini doyuruyorduk sonra da koyun gibi okula giriyorduk. 
Ben de ayagimda alçi ve elimde iki tane koltuk degnegi oldugu için her sabah ''ögretmenler kapisi''ni kullanip sinifa ya da atölyeye gitmeyi daha uygun görmüstüm. Yoksa diger ayagimi da ögrencilerin kullandigi kapiyi kullanirken rahatlikla kirabilirdim. 

Yine ögretmenler kapisini kullandigim birgün nöbetçi ögretmen ile karsilastik. Kendisi hali vakti yerinde, her sinifa girdiginde kapidan geçerken basini boyunun uzunlugundan dolayi egen bir adamdi. Elleri de boyuna oranla hallice büyüktü. 

Ögretmenler kapisindan geçerken bana : ''dur!''
''sen bu kapinin ögretmenler kapisi oldugunu bilmiyor musun? '' diye sorar sormaz tokadi yüzüme çarpti. 

Benim cevabimi beklemeden yüzüme indirdigi tokattan sonra ben bir tarafa, koltuk degneklerim bir ise diger tarafa savrulmustu. Bu acinacak haldeki cahil ögretmen de hiçbir sey olmamis gibi o kapidan geçen diger ögretmenlere ''günaydin'' diyordu.
O diger ögretmenler de sözüm ona beni tokatlayan ögretmenin otoritesini yikmamak adina beni yerden kaldirmiyorlardi. 

Kendi imkanlarim ile kalktigim yerden yine kendi imkanlarim ile aglayarak sinifima gittim. 


O olayin üzerinden tam 17 yil geçti ve ben su an  New York sehrinde Uluslararasi bir Ingiliz Okulu'nda beden egitimi ögretmeni olarak çalisiyorum. Hergün okula gittigimde çocuklari gözlemleyip benim gibi orada ögretmen olan yabancilari (!) izliyorum. Bu sefer de ilkokuldaki ögretmenim geliyor aklima ve onun acimasizca bizleri sira dayagindan gecirdigi o günleri animsiyorum. 

Her seferinde bu iki resim arasindaki farki tasvir etmek istedigimde ise zihnim ''daglar kadar fark var'' diye nitelendirmek yerine o deyimi kabul etmeyip ''gezegenler arasi kadar fark var'' deyimini daha uygun görüyor. 

Dünyanin neresine giderseniz gidin. Hangi egitim bilimcisine giderseniz gidin onlarin da ögretme ve egitim biliminde zit düstüklerini göreceksiniz. Kesin dogru olarak kabul görmüs birkoç tabunun insanin oldugu her yerde dogru olamayabilecegini ve bu dogrularin degisen cografya ve kültür ile kesinligini yitirebilecek potansiyele sahip oldugunu göreceksiniz. 

Hayatin her alaninda oldugu gibi degismeyen tek ve mutlak çarenin ise ''sevgi'' oldugunu anlayacaksiniz. 

Jiddu Khrisnamurti babanin da dedigi gibi;
Ögrencinin özgürlüge ulasmasina yardim eden egitimci ayni zamanda kendi degerlerini de degistirir; o da ''ben'' ve ''benim'' olgularindan kurtulmaya baslar, o da sevgi ve iyilik içinde çiçek açar. Bu karsilikli egitim, ögretmen ile ögrenci arasinda farkli bir birlik iliskisi yaratir. 

...çocuk sevgisi oldugunda hersey mümkündür. 



Ahmet Serdar Eker
24 Kasim 2014 
New York 






11 Eylül 2014 Perşembe

Soğan Kokan Sevgiler

   


Okula yeni baslayan dünyalarin ailelerine... 
 

         Geçen sene esimle birlikte bir arkadasimizin mezuniyet yemegine davetliydik ve restaurantin konseptinden anladigimiz kadariyla biraz süslü püslü olmamiz gerektigine kanaat getirip, iki dirhem bir çekirdek restaurantin yolunu tuttuk. Restaurant'a vardigimiz da diger davetlilerin hemen hemen birçogu hali hazirda masada oturuyorlardi. Biz de masadaki yerimizi aldiktan sonra tek tek kendimizi tanistirip sohbet etmeye basladik. 


Masada yaklasik yirmi yirmibes kisi kadardik ve türkce konusan sadece dört kisi vardi. Ben ve mezun olan arkadasimin, mezuniyet törenine istirak etmek için Türkiye'den arkadaslari.

Türkiye'den mezuniyet töreni görmeye gelen arkadaslarin hepsi belli ki hem ekonomik olarak hem de sosyal sartlar olarak orta diregin biraz üstündeydiler. Masada Türkçe gören çenem açildi ve arkadaslarla sohbet etmeye basladik. 

''Türkiye'den nereden? Istanbul'dan nereden? Aa öyle mi, benim de bir arkadasim var. O semtte oturuyor...'' gibi çokta gerekli olmayan sorularla aç olan Türkçe'mi doyurmaya çalisiyordum. 

Bazen öyle anlar oluyor ki beynimin ingilizceden su kaynattigini düsünüyorum. Insan ister istemez özlüyor bir yerde. 

Bu arada ''Aç olan Türkçe'' demisken umuyorum ki diger yazim '' Insanin neresi aç ise orasini doyurur.'' basligi altinda olacak. O yaziyi ''Aç din ve milliyetçilik'' olarak yazmayi planliyorum.


Masada, Istanbul'dan gelen bayan arkadaslarla sohbet ederken gecenin sonunda evli olacagini ögrenecegim henüz 2o'li yaslarinda olan arkadas bana;  ''Bir amerikali ile evli olmak nasil bir duygu?'' diye sordu. 

Bilenler bilirler benim esim 3. kusak fransiz asilli bir amerikan vatandasi.

Ben de soruyu soran arkadasa ''Bilmem!'' diye yanit verdim. O da bana '' Nasil yani? Esin amerikali degil mi? diye tekrar sordu.

 ''Amerikali'' dedim ve ekledim; ''Esimle evli olmak çok güzel bir duygu, birlikte hayattan zevk aliyoruz. Geziyoruz, tatile gidiyoruz, beraber yemek yapiyoruz, birbimizi hergün tekrar taniyoruz özellikle ikimiz de ayni dili konusamadigimiz için birbirimizi kesfetme ve çözme sürecimiz çok keyifli geçiyor. Senin soruna gelince; Amerikali ile evli olmak diye birseyin mümkün olabilecegini sanmiyorum. Ben esimle evliyim.'' 

Tabii ben böyle bir cevap verince arkadas ne anlatmak istedigimi anlamamis olacak ki ''Ben amerikali birisi ile evli olmanin nasil birsey oldugunu çok merak ediyorum.'' diye bir ekleme yapti. 

Bu arkadasin hayatinda bir yer de birseyler kesinlikle açti ve bariz bir sekilde orayi doyurmaya çalisiyordu. 

Arkadas hizini alamayip döndü ve esime ayni soruyu sordu. ''How does it feel to be married to with a Turkish man? (Türk bir erkek ile evli olmak nasil bir duygu?)'' 

Esim de, gayet içten bir sekilde gülümseyerek, ''I am so happy with Ahmet. he is little bit jeaouls but it's fine (Ahmet ile mutluyum sadece biraz kiskanç)'' deyip tekrar arkadaslari ile konusmaya daldi. 

Bir müddet dikkat daginikliginin ardindan, Istanbullu arkadas ile konusmaya devam etmeye basladim bu sirada masaya, gayet güzel garnitüre edilmis bir lakerda tabagi geldi. (İri olan, palamut, torik, kofana gibi balıklardan dilimler halinde kesilerek yapılan salamura) 

Tabakta gayet leziz bir lakerda, biraz maydonoz ve yarim olarak kesilmis beyaz kuru sogan vardi.

Ben de sarimsak ve sogan hayrani olan birisi olarak, bir parça lakerdadan aldiktan sonra kütür kütür sogandan yemege basladim.

Sogan'i ilk isirdigim an, karsimda oturan bu arkadasin, yüzünü gözünü yamultarak bana baktigini gördüm.

Bilirsin o bakisi. Hayatinda sogan nedir görmemis, agzi her daim yasemin çiçegi gibi kokuyormus(!) bakisi. 

Sonra masanin diger ucundan bana dogru egilip, kulagima;  ''Bak yeni evliymissiniz, sogan yeme. Evliliginiz biter sonra. Ben çok duyuyorum, sarimsak sogandan dolayi iliskisini bitirmis insanlari. Vallaha bak. Gerçek söylüyorum.'' dedi.   

Tüm samimiyetimle, arkadasin iyi niyetini anlayarak sadece masum bir tavsiyede bulundugunu anlamistim fakat yine de karsi koymadan duramadim. Elbette bir insan, sogandan ya da sarimsaktan rahatsiz olabilir. Ama bu insan sogandan herkesin rahatsiz oldugunu ve dünyanin kendisi gibi döndügünü düsünüyorsa o zaman o düsünce yapisinin üzerinde kafa yorulmasi gerektigini düsünüyorum. 

Ayrica Adana kebabina da haksizlik yapildigi kanaatindeyim. Onun da kimyasi iyice bozulmaya basladi.  :)) 

Arkadas'in tavsiyesi biter bitmez, ben de sandalyeme yaslanip esime seslendim ve dönüp onu öptüm. Esim de yedigim soganin kokusunu aldiktan sonra masada Türkçe anlayanlara dönüp, kirik ve bir o kadar da sevimli türkçesi ile gülerek  ''Benim kocam çok igrenç'' deyip aslinda bir nevi bu arkadasa ders verdi. 

Ben de arkadasa  dönüp ''Bizim birlikteligimiz bir sogan üzerine kurulmaktan ziyade daha önemli kavramlar üzerine kurulu'' dedim. 

Bunu dedikten sonra ister istemez masada gerilimli saatler basladi ve muhabbetin tüm heyecani yok oldu. O dakikadan sonra bu arkadasla aramda tüm gece boyunca aba altinda bir ego savasi basladi. 

Gecenin sonu ise bu arkadasin sarhos olup kendini kaybetmesi ile son buldu. Saniyorum çok erken yasta zorla evlendirilmisti.

Anlasilan o ki arkadasa bagislanan ekonomik özgürlükten ziyade kimse ona düsünce özgürlügü vermemisti. Zihnine ise;  Dünyada, insan-i özelliklere sahip fakat ona ragmen kusursuz bir sekilde yasayan tipki insan gibi baska türlerin varoldugu zehr edilmisti.

Ayni hafta yine bir arkadas ziyaretinde bu sogan meselesi yine karsima çikti. Zaten hiç pesimi birakmiyor. 

Yine ayni sekilde Istanbul'dan New York'a okumaya gelmis bir erkek arkadas bir aksam yemeginde;  ''Salatanin içinde keske biraz sogan olsaydi'' diye yapmis oldugum istekten sonra bana;  '' esin iyi ki sogan yemene birsey demiyor''  dedi. Simdi ayrintilari ile anlatip zamaninizi iyice çalmayayim.

Buna benzer sekilde sizlere, yasadigim yüzlerce örnek verebilirim. Hatta sürekli karsilasiyorum. En sonunda dayanamayip yazma geregi duydum.

Özellikle dogmatik egitim sistemi ile bireylerini yetisiren cografyalardaki sikintilar ''nedense'' hep ayni... Buna dair en güzel örnegi yazinin sonundaki linkte bulabilirsiniz. Özellikle videodaki kadinin neden bir hintli oldugu, cenaze törenine katilanlarinda neden uzakdogulu ya da asyali oldugunu iki defa düsünmenizi tavsiye ederim.  

Her daim dünyanin baska yerlerinde hep kendisinden daha iyisinin var olduguna inanarak yetisen-yetistirilen, büyüyeyen ve varligini kendine dahi hissetiremeyen bireyler yetistirme sanati.

Evde baslayip okula kadar uzanan bu egitim;  bireylerin zihninde, kendisinin bir türlü göremedigi sinirlar çizerek, yasadigi sosyal hayatta mutlulugu yakalasa dahi kendini mutsuz olmaya inandirmis yasam felsefesi kök saliyor.


Hal böyle olunca, insanlar her kurdugu sosyal iliskide özellikle de gönül iliskilerinde kendilerini sürekli baska birisi olmaya zorluyorlar. 

Sonrasi ise felaket. 

Bir türlü yakalanamayan heyecan, samimiyetsizligin hazin sonucu.

Hayata hak ettiginden fazla deger vererek sürekli cevap aramak. 

Melankolik asklar ve asiklar. 

Sevmeyi bir türlü becerememek. 

Sevmek için sürekli bir sebep aramak. 

Sürekli birilerinin senden daha iyi olduguna inanmak. 

Durmadan, yorulmadan, usanmadan, elestirmek. 

Insan olmanin ne oldugunu bilememek. 

Farkindaligin farkina varamamak. 

Sürekli ''veren'' taraf olmayi tercih etmek. Ve bunu karsi bir güç olarak kullanmak. 

Bunlarin hepsi sevgi de sebep arayanlarin ortak noktalarindan birkaçi. 

Sevmek için sebep aramayin. Sadece sevin. 

En verimli sevgi sebepsiz olandir. 

Yukarida bahsettigim ve eminimki birçogunuzun daha önce izlemis oldugu bu videoyu, linki tiklayarak izleyebilirsiniz.      https://www.youtube.com/watch?v=OyYDoMjk6l8 

Ahmet Serdar Eker
New York 
9/11/2014

29 Temmuz 2014 Salı

Bir Ermeni ve Bir Türk


Hrant Dink'in kendi yazisindan. 


Sivas'in bir köyünden yasli bir amca Hrant Dink'i telefonla arar. Der ki ''Ogul sordum sorusturdum seni buldum. Bizim buralara yasli bir kadin gelir gezer. Kendisi geçenlerde buradayken rahmetli oldu. Biz usulüne göre cenazesini yaptik. Ama o, herhalde sizden. Yakinini felan bulursan gönder,dilerlerse gelip alsinlar,dilerlerse gelip görsünler. 


''Peki amca'' der Hrant Dink. Alir kadinin adini soyadini. Beatris Hanim diye birisi. 70 yasinda. Fransa'dan oraya tatile gitmis. 


Arar,kisa sürede bulur Beatris Hanim'in yakinlarini. Bir adres alir, bir dükkan adresi, gider sorar ''böyle birisini taniyor musunuz?'' 

Dükkandaki orta yasli kadin ''O benim anam'' der, ''Hayirdir? ''
''Annen nerede''diye sorar Hrant. Kadin, Fransa'da yasadigini arada bir Türkiye'ye geldigini ama çogu kez Istanbul'a ugramadan,dogdugu köyüne Sivas'a gittigini söyler. 

Hrant anlatir durumu. Kadin aglaya aglaya tutar Sivas'in yolunu. 


Ertesi gün telefon açar Hrant. Dogrudur,bulmustur. ''Ne yapacaksin, getirecek misin cenazeyi?''  

Kadin, ''evet ama burada bir amca var...''  ve aglamaya baslar. Kadin, ''getirecem ama burada bir amca var...'' Kadin aglaya aglaya telefonu amcaya verir. 
Hrant sorar, ''Amca neden aglatiyorsun kizi?"
''Oglum'' der amca, ''birsey demedim...Kizim anandir,istedigini yaparsin ama bana sorarsan birak kalsin, burada gömülsün... Su çatlagini buldu.'' 

Kadin aglar,Hrant aglar.  




Hikaye'yi ayni zaman da Yotube'dan da bulabilirsiniz. Click here




Geçenlerde New Jersey eyaletinde bir dügüne asma davul çalmam için davet edildim. Enstrumanimi hazirladim. Arabama atlayip dügünün olacagi yere vardim. Her zaman oldugu gibi sahnede diger müzisyenler son kontrollerini yapiyorlardi. Ben de sahneye yakin bir yere oturdum ve davulumu kilifindan çikartip adet yerini bulsun diye son kontrolümü yapmaya baslamistim ki, yanima ben yaslarda belli ki küfür etmeyi seven ve dügünde sunuculuk yapan bir arkadas geldi. 

Ismimi sordu. Ismini söyledi. Anladim ki arkadas bir ermeniydi. Ayak üstü tanisma faslimiz ingilizceydi ancak baglaç niteligindeki küfürlerimiz türkçeydi. 
Her hareketi,her mimigi,her tavri,her cümlesi,takim elbisesi, tarzi ve durusuyla benim Türkiye'den görmeye alistigim bir karakterdi. Sanki liseden sinif arkadasimdi. 
Dügünün baslamasina zannediyorum iki saat vardi. O da kendi mikrofonunun tonunu ayarlarken diger yandan da yanima gelip, asma davulu ne kadar çok sevdigini söylüyordu. Konustugumuz cümleler artik ingilizceden türkçeye dogru kaymaya baslamisti. Ikimizinde son kontrolleri bitmisti. Ben bir içki aldim ve oturup dügünün baslamasini beklemeye basladim. 
Bu arkadas da bir içki alip yanima gelip oturdu ve bana gayet hümanist bir tavirla ''Türk müsün?'' diye sordu. 
Ben de, ''Evet, ama kagit üzerinde Türk'üm... Annem hamileyken Türkiye'de ikamet ediyormus beni de orada dogurmus o yüzden Türk'üm'' dedim. 
''Hmm! Annen  Türk degil o zaman?'' diye sordu. 
Ben de '' Annemin annesi anneme hamileyken o da Türkiye'deymis annemi Türkiye'de dogurmus.'' dedim. ''Nasil yani?'' diye sordu. 
Ben de konuyu daha fazla gizemli kilmadan anlatmak istedigim mesaji daha ayrintili bir sekilde gülümseyerek anlattim. 

''Benim milletim insan,dinim sevgi,hukugum empati memleketim ise dünya. Devletler tarafindan çizilen sinirlarin benim hayatimda yeri ve önemi yoktur. Bizler ayni tanrinin, ayni topragin, ayni mahallenin çocuklariyiz'' dedim. Ikimizde gülmeye basladik. 


Zannediyorum bu sekilde bir açiklama yapmam  onu biraz rahatlatmis olacak ki, kendisi de ermeni oldugu halde eliyle misafirleri isaret ederek; tipki bizim de her firsatta kendi milletimizi elestirdigimiz gibi, ermenileri elestirmeye basladi.

''Ben olsam; ben de hiçbirseyi kabul etmem abi, bunun tazminati var, uluslar arasi prestiji var, o var bu var... hem zaten oralar sizindi. Bana kalirsa bizimkiler rahat durmamis.'' dedi. 
''Ya insallah Allah nasip eder de Ermeni olmayan bir kizla evlenirim'' diye konuyla o an alakasi olmayan bir dilegini de benimle paylasti.

Elestiriler çok tanidikti. Tipki benim bütün türkleri elestirdigim gibiydi. Tipki senin kendi köylünü elestirdigin gibiydi. Tipki bir ispanyolun ispanyollari elestirdigi gibiydi. Tipki bir yunanin yunani elestirdigi gibiydi.Tipki bir arabin ''Aman araplardan uzak dur.'' demesi gibiydi hatta tipkisinin aynisiydi. 
Bütün bu konusmalarin ardindan anladimki Ermeni bir ailenin dügün törenindeydim. Bu konusmaya kadar dügün sahiplerinin ermeni olduklarini anlamamistim çünkü dügüne gelen misafirlerden yasli olanlar aralarinda türkçe, gençler ise ingilizce konusuyorlardi. Tipki yurt disinda yasayan biz Türkler gibi.

Dügün basladi. Gelin ve damat dügün salonuna çiftetelli esliginde girdi. Davul ve klarnet önde yürüyorduk gelin ve damat ise tam arkamizdaydi. 

Gelin ile damat salona girdikten iki dakika sonra davul ve klarnet sustu. Biz yerimize geçtikten sonra gelin ve damadin dansi basladi. 
O sirada yanima, ailesi Amerika'ya Malatya'dan gelmis kendisi ise Amerika'da dogmus kumral tenli turuncu saçli yine ben yaslarda hiç türkçe bilmeyen baska birisi geldi. 
Davulu çok sevdigini kendisinin avukatlik yaptigini fakat ayni zamanda bir müzik grubu oldugunu söyledi. Yaninda ise dügünde çalacagi tamamen Ermeni kültürüne ait nefesli çalgilari vardi. 
Beni kendi grubunda görmekten mutluluk duyacagini ekledi ve o meshur soruyu sordu.

''Are you Turkish?'' Ona da tipki digerinde oldugu gibi ayni cevabi verdim. Saniyorum avukat olmasinin da etkisiyle konu döndü dolasti 1915'e geldi.

''Sana dürüst bir soru sorayim.'' dedi. 
''Tabii.'' dedim. 

''What do you think about 1915?'' (1915 hakkinda ne düsünüyorsun?) 

Ben de ona; ''Ben 1915 hakkinda hiçbirsey okumadim ama sana hayattan ögrendigim birseyi anlatayim.'' diyerek kendi yasadigim bir deneyimi anlattim. 

Amerika'ya ilk geldigim yil bir kuyumcunun yaninda ise girmistim. Yaptigim is, sehir sehir dolasip kuyumculara mal pazarlamakti. Bir haftada eger 20 tane kuyumcuya ugruyorsak neredeyse hepsi türkce konusuyordu. Ben de o zamanlar halen tarih derslerinin etkisi altinda kaldigim ve  biraz da memleket hasreti ile dolu oldugum için türkçe duyar duymaz insanlara ''Türk müsünüz?'' diye soruyordum. Aldigim cevaplar ise genellikle ''Hayir ermeniyim.'' oluyordu. Belli bir zaman sonra kendi kendime düsünmeye basladim. 


''Neden bir insan dogdugu toprakta degil de taa okyanusun dahi diger ucundaki baska bir cografyada olsun?'' 


En sonunda, evvel zaman içinde kalbur zaman içinde Ermenilerin yasadigi bu topraklarda birseylerin yanlis gittigini ve onun sonucunda insanlarin onlar veya sunlar tarafindan öldürüldügünü bunun sonucunda her iki milletten insaninda göç ettigi kanaatine vardim. O günden sonra da kimseye ''Sen su musun? Bu musun?'' diye sormaz oldum. 


(Artik ''Nerdensin?'' diye soruyorum. Umarim bu soruyu da yakin zamanda zihnime sildiririm.)


Ben yasamis oldugum bu deneyimi anlattiktan sonra arkadas bütün candanligi ile bana sarilarak yanaklarimdan öptü ve "You are the man''dedi. 


Kadehlerimizi tokusturduk.O sirada ise  müzisyenler halay-oyun havalari çalmaya baslamislardi ben de davulumu alip sahneye çiktim ve gece boyunca hemen hemen her ezgi de davul çaldim. Lorke oynadik. Delilo oynadik. Damat halayi yaptik. Hatta bir ara Ibrahim Tatlises'in Mavi Mavi Masmavisini dahi söylediler. Tabii gecenin sarkicisi yine Tarkan'di. Verdigimiz her arada ise müzik çalardan türkçe pop çaliyordu. Ingilizce konusan her genç ise dans ederken parçalara Türkçe eslik ediyordu. Gördügüm tek sey, herseyimiz ile bir bütün olarak birbirimize ne kadar çok benzedigimizdi. 


Gecenin sonunda ise yine egom tavan yapmisti. Liseden bu yana her zaman savundugum dünya görüsümün bir ispati daha karsima çikivermisti. Bunun filmini çekmeliyim diyordum. Bunu herkese anlatmaliyim diyordum kendi kendime. 


1988-1992 yillari arasinda Urfa'nin Birecik ilçesinde yasiyorduk. Bilenler bilirler meshur Kelaynak kuslarinin dogal yasam alani koruma bölgesi oradadir ve Orman Bakanligi tarafindan yönetilmektedir. Annem ve babam her hafta sonu bu kuslarin koruma altina alindigi barinaga bizi alip götürürlerdi. Barinak firat nehrinin kiyisinda oldugu için her gittigimizde mutlaka bir mangal partisi olurdu. Her gittimizde bir de karavani ile bu kuslari görmeye gelmis ya bir turist kafilesi ya da yine çok çok uzaklardan gelmis bilim adamlari ile tanisirdik. Artik babam ya da annem hatirlamiyorum ama bize onlara karsi saygili olmamizi onlarin farkli dil konussalarda sonuc olarak insan olduklarini söylerlerdi. Hatirladigim ilk hümanizm ve empati haplarimi saniyorum orada aldim. 


Dügün pazar günüydü. Gece eve çok geç saatte geldim. Sabah ise yüzme dersi vermem gereken, en küçügü 5 en büyügü ise 8 yasinda yaklasik 20 çocuk vardi. Sabah erkenden uyanip isyerime gittim. Havuza girdim. Her zaman oldugu gibi çocuklari güldürdükten sonra tanisma faslimiza geçtik. Çocuklardan bir tanesi bana ''Nerelisin?'' diye sordu. Ben de ''Türk'üm'' dedim. Çocuk elleri ile agzini kapatarak saskin bir sekilde ''I am an armenian.'' dedi. Ben de gülerek. ''Yani demek oluyor ki biz kardesiz.'' dedim. 


Çocuklari aldik ve derse basladik. 
Gün boyunca ise kendi kendime bu yaziyi yazmamin sart oldugunu söyledim. 

Bizler her zaman ayni cografyanin çocuklari olduk. Ayni oyunlari oynadik. Ayni kizlara erkeklere asik olduk. Ahmed Arif'in dedigi gibi, ''Birbirine karisti tavuklarimiz.'' Ayak yolumuz bile ayni oldu. Ayni tarladan beslendik. Bugdayimizi ayni sokuda dövdük. Sonra hepimiz paranin gücü karsisinda egolarimiza boyun egdik. 

Dünyanin neresine gidersen git. Senin sandiginda olan atasözlerinin aynisi baskalarinin da sandiginda var. 
Senin dinledigin müzikteki aci,sevinç,hüzün baskalarinin da müziginde var. 
Senin kendini dünyanin en mükemmel varligi zannettigin ''Bir Türk dünyaya bedel'' sözün. ''Bir meksikali dünyaya bedel'' diye baska cografyada kitap diye okutuluyor. 
Senin kendini sanatin merkezi diye tanimladigin koltukta baskalarinin da kiçlari vardir. 
Empati ilaçtir.

Bizi biz yapan, farkliliklarimizdan dogan ortak düsüncemizdir. 

Ortak korkularimizdir. 
Ortak endislerimizdir. 
Ortak sevinclerimizdir. 



Ben Mersin'liyim Mersin'de dogmusum. Ama sürekli Adana'li ile Mersin'linin sürtüsmesine sahit olmusumdur. Sirf birisi Adana'li digeri Mersin'li diye. 
Tipki Erzurum'lu ile Kars'li gibi. Urfa'li ile Diyarbakir'li gibi. Mardin'li ile Batman'li gibi. Japonya'li ile Çin'li gibi. Kanada'li ile Kuzey Amerika'li gibi. 

Halbuki herseyleri aynidir. Aralarindaki mesafe bir gece gündüz kadar bile degildir. Ufak tefek farkliliklari ise onlari benzersiz kilan ayrintilardir. Kaldi ki esyanin tabiatinda dahi hiçbirsey ayni degildir. Dogadaki sistemin, bunu anlamamiz için en büyük kaniti ise; algilarimizda somut olarak anlayacagimiz sekilde insanlari farkli yaratmasidir. 
Bugün dünyanin neresine giderseniz gidin. Insanlar kendinden fersah fersah uzaktaki kültürlere,dinlere,insanlara saygi duyarken hemen yani basinda olanlara kin besliyor. Kin besledikleri gibi ait olduklari milletleri,kültürleri,devletleri,dinleri ise elestirmeden yasayamiyorlar. Bu bizim egomuz tarafindan vücudumuzdaki her organa her uzuva enjekte edilmis bir zehirdir. 
Bu bize organize dinler ve organize sistemler tarafindan asilanir. Her seferinde ise karli çikan, sermayedir. 
Sen ben karnimizi  ve zihnimizi bu kavramlar ile doyururken birileri baska bir yerlere sürekli altin sevkiyati yapar. 

Etnik bir kimlikle bir kisilik kazanmak ve bunu da milliyetçilik ile beslemek hastaliktir. 

Insani kemirir. O seni kemirdikçe sen daha çok hastalanirsin. 
Öyle bir hastaliktir ki anadan babadan çocuga geçer. Tedavisi çok zordur. Tedavisi için ya zamani geri alman gerekir ya da çaresiz kalman gerekir. 
En güzel tedavi yöntemlerinden birisi ise çaresiz kalip kendi doktorlugunu yapmandir. 

Zannediyorum, dünya umursamadigimiz kadar küçük, anlayamayacagimizi sandigimiz kadar da büyük degil. 




Ahmet Serdar Eker

New York 
30 Temmuz 2014 










17 Temmuz 2014 Perşembe

Dünyali Çocuk



Hayat aslinda çocuklarindi. Tek istedikleri onlari mutlu edecek birkaç hediyeydi. 
Tabii bir de çatlayana kadar yiyecekleri sekerlemeler. 
Hangi canlinin hakki olabilir ki onlara yasadiklari dünyayi dar etmek. 

Hayatinizda hiç bir çocugu severken ona ; ''Ne kadar önemlisin.'' dediniz mi? ''Sen ne tatlisin.'' demekten baska.

Çaresizlikten basim agriyor. 
Dünyanin neresine gidersen git her yerden çocuk kani akiyor. 
Orta dogu çocuk kani ile yikaniyor. 
Topraklar çocuk cesetleri ile ogul veriyor. 
Bak bu cografyaya.
Bombalarla oyuncak yapan çocuklar var bu cografyada. 
On yasinda gibi gösterip aslinda 500 yasinda olan çocuklar var bu cografyada. 
Bir türlü doymak bilmeyen amcalarin teyzelerin dogrularini kendi dogrulari sanarak büyüyen ve büyüdükten sonra da çocuk öldürecek çocuklar var bu cografyada. 
Dünyadaki bütün çocuklarin agitlarla,hüzünlerle, ölümlerle hatta bombalarla büyüdügünü sanan çocuklar var cografyada. 
Halbuki ne kadar basit onlari mutlu etmek. 
Halbuki ne kadar basit insan olabilmek. 

Rahat birakmak lazim çocuklari. Severek büyümeyi ögrensinler. 
Rahat birakmak lazim çocuklari. Baris içinde yasamayi ögrensinler. 
Hiç konusmayin onlarla. Hiç kafalarini karistirmayin. 
Birakin ne istiyorlarsa onu yapsinlar. 

Ahmet Serdar Eker
New York 
17 Temmuz 2014



9 Temmuz 2014 Çarşamba

Yaylam geldi


       Bilenler bilirler. Ne zaman bos bir vakit bulsam kendimi hemen doganin kollarina atarim. 



Annem babam memur oldugu icin yaz aylarinda kardesimle beni yaylaya babannemin yanina birakirlardi. Bütün kuzenler yaylada olurduk. Bir kac haftalik deniz tatilini saymazsak neredeyse bütün bir yaz mevsimini, bazen kiraz agacinin dallarinda bazen erik agacinin tepesinde bazen de elimizde yarim yamalak bir biçakla ceviz agacinin dibinde geçirirdik. 

Annem
Öz de Yörük Tahtacisi oldugumuz için bazi zamanlar toplanip toroslarin eteklerinde oduna giderdik. Odun dedigim de; üç dört aylik yayla zamaninda bir ya da iki defa pisirecegimiz yufka ekmek için toplanan çali çirpi. Ayni zamanda aksam sporu. 
Bazi günlerde daglarin eteklerine sapanlarimizla gittigimiz av partilerimiz. O partilerden her seferinde elimiz bos dönerdik. Ya sapanin lastiginde sorun olurdu ya da dogru tasi bulamazdik. Yani bütün suç o daglara en dogru sekilli tasi koymayan doga ananindi. :)) 

Bizim icin yaylamizin en macerali aktivitesi ise ''Kale'' diye adlandirdigimiz, yaylaya tam tepeden bakan ama yanina gitmedikce sur kalintilarini göremeyecegin yüksek bir ucuruma, sözüm ona tirmanmakti. Her seferinde uçurumun arkasindan dolanirdik ve tirmandigimizi zannedip kendimizle gurur duyardik. 

Bir de aslinda hic sevmedigimiz fakat duruma göre sevebilecegimiz baska bir aktivitemiz daha vardi. O da eve su getirmek. Babannem aksam günes batmadan önce tüm torunlarini etrafina toplayip herkesin eline birer ikiser su sisesi tutustururdu. Evlerin biraz ilerisinde, yaklasik iki kilometrelik bir tepenin sonunda dünyanin neresine giderseniz gidin her yerde ayni isimden bir tane daha görebileceginiz  ismi  ''Besgöz'' olan o meshur kaynak suyundan su doldurmaya giderdik. 


                                                                                                              Babannem

Sanki su satan bir firmanin dagiticisi
gibiydik. Halbuki yayla evlerimizde babannemin tabiri ile ''sehir suyumuz'' vardi. Fakat bu ''Besgöz'' ün suyu babanneme göre baska suydu. Bize göre de tek farki musluktan akmiyor olusuydu. Bu etkinlik bizleri çogu zaman sinir ederdi. Çünkü babannem bizi, ya top oynarken ya saklambaç oynarken ya da saga sola hoplayip ziplamaktan bitap düstügümüz anlarda çagirirdi. 
-Ahmetcik, Alis, Ismail, Senem, Mahmut... Suya gitmiyonuz mu huu! Hadi kuzum. Iki ziplayin gelin de taze taze su icelim bu aksama. 

Ben babannemin bize kizarak birsey yaptirdigini hiç hatirlamiyorum. Hep gülerdi. Hala da öyledir. 

Bir yandan bizimle konusurken diger yandan da dizlerini bükmeden yere egilmis bir vaziyette nane ya da maydanoz toplardi. Naneyi de maydanozu da isaret parmagi ve bas parmaginin arasina alip sanki onlari tek tek hizaya sokarmis gibi toplardi. Onlar ise birkac gün sonra yine taptaze bir sekilde babannemin parmaklarini beklerdi.
    
                               Findikpinari Yaylasi / Mersin 



Neyse suya dönelim. 
Suya sadece bir kosulda gitmek icin can atardik. O da pinarin basinda bir güzel varsa! 

Ben ne zaman gitsem, tipki bizim gibi babasi ve annesi tarafindan yayladaki nenesinin dedesinin yanina yaz mevsimini geçirsin, çukurovanin sicaklarina maruz kalmasin diye birakilmis bir güzel görürdüm. Eger su basinda her aksam bu sekilde bir durum cereyan ediyorsa kimin suya ne icin gittigini anlamak kesinlikle cok kolaydi. 

Nasil mi? 

Toz topragin içinde jöleli saçlar ve anneye çaktirmadan yaylaya getirebildigin güzel, kaliteli ve iyi marka bir tisörtün...:)) 

Tek basina gittiginde en fazla bes dakika zaman harcadigin yer de anlamsizca harcadigin bir iki saat...:)) 

O güzelin dikkatini çekmek için yanindakilere gürültülü bir sekilde basindan geçen çok gereksiz bir olayi dünyanin en önemli olayiymis gibi anlatmak...:)) 

Her seferinde bikmadan usanmadan Ferdi Tayfur'un ''Cesmenin basina bir güzel inmis'' sarkisi ile dalga geçmek ve tipki onun gibi sarkiyi söylemek ve bir yandan da biz aslinda ''Bu'' degiliz mesaji vermek. Bu mesaji verirken de elinde tuttugun ve sana cesaret veren  CD Man çalarin. :)) 


Yaylada aksam saatleri cok can sikici olabiliyordu. Genellikle haftaiçi annelerimiz ve babalarimiz sehirde islerinde  güçlerinde olduklari için aksamlar eglenceli olmayabiliyordu. Aksam saatlerinde yatmadan önce en çok güldügümüz ve gülmekten karnimiza agri giren tek durum, gün içerisinde kontrolsüz bir biçimde yedigimiz envai çesit meyvalarin gaz olarak kontrolümüz dahilinde çikmasiydi. :))

Rahmetli dedem çocukken menenjit hastaligi gecirmis ve bünyesinde hastaliktan sonra uyku ile alakali bir problem kalmis. Bazen birisiyle konusurken dahi uykuya dalardi ama hatirladigim kadariyla bir iki dakikayi gecmezdi. 

Aksamlari  yayla serin oldugu icin hepimiz yatana kadar ayni oda da oturur dedemin bir türlü bitmeyen ''Dag'' masalini dinlerdik.

-Bir varmis bir yokmus. Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, ben ebemin besigini tingir mingir sallar iken bir dag varmis. O dagin arkasinda bir dag daha varmis. O dagin arkasinda bir dag daha varmis. O dagin arkasinda bir dag daha... diyerek ve sürekli ayni cümleleri kurarak bir yandan da bizim merakli bakislarimiz karsisinda alttan alttan gülerek bikmadan usanmadan ayni masali defalarca anlatirdi. 

Aslinda cok netti yörük bir tahtaci oldugu ve bilinç altina daglari nasil yerlestirdigi. Bu Dag masali, onun yasadigi kültürün bilinc altina nasil yansidiginin cok acik bir kanitiydi. Belli ki ne zaman bir dagin ya da tepenin ardina gitmeye karar verseler obalarini oraya kurmaya karar verseler baska bir dag yollarina engel olmustu ya da tepe çadirlarina uygun degildi. 

Dedemin masali yine ayni cümleyle biterdi. Biz yine o dagin arkasinda ne oldugunu ögrenemezdik ve dedem anlatirken uykusu gelirdi ve uykuya dalardi. O, uykuya daldigi zaman ise bizim karnimizda sabirsizlikla bekleyen o gaz, tipki yildiz savaslarinda oldugu gibi, tipki gök gürültülü ve sagnak yagisli bir firtina gibi tipki serseri bir kursun gibi saga sola firlardi. :)) 
Dogal olarak yayla gibi sessiz bir ortam da az biraz gürültü olurdu ve bu gürültünün akabinde ortaya yayilan kokunun da etkisinden mütevellit dedem yavasça gözlerini açip bize bakardi. Biz de birbirimize bakip gülmemek için kendimizi zor tutardik. Bir defasinda o kadar çok bombalamisiz ki adamcagiz yatagindan kalkti. Oturdu. Gözünün biri açik digeri kapali bir sekilde; 
''Endegi kic ben de olsaydi demirciye gidip mihlatirdim'' dedi. :)) 

Aksam saat 10 oldugu zaman yayla da hayat dururdu. Sanki herkes sözlesmis gibi o saatte uyurdu. Biz de çocuklar olarak mecburen uyurduk. 
Her gece dua ederdim. Sonra uyurdum. Ne için dua ettigimi hatirlamiyorum. 

Detayli olarak hatirladigim kendi aramizda ''Tatli rüyalar,iyi rüyalar,renkli rüyalar,böyle rüyalar,söyle rüyalar'' diye atistigimiz  ''En yaratici rüya dilekçisi'' oyunu. :))  

Her aksam uyumadan önce ise sabah yiyecegim tereyagli ve tulum peynirli ya da çökelekli bazlamayi hayal ederdim.

Sabah oldugunda ya babannem ya halam ya da komsudan sicak sicak bazlama (yufka ekmegin biraz kalin hali ve ebat olarak küçügü) gelirdi. O sicak bazlamayi da kaçirmamak icin bogazina düskün olan torunlardan birkaçimiz hemen kahvalti sofrasina kurulurduk. Bazlama ile tereyagi ve tulum peyniri yemek aslinda tam bir ustalik isidir. Eger tulum peynirini ekmegin içine yagdan önce koyarsan, tulum peyniri, dürüm yaptigin bazlamadan düserdi. O yüzden sicak bazlamaya önce tereyagini sürersin sonra da tulum peynirini üstüne atarsin. Peynir ekmege yapisir sen de rahat rahat peynirli dürümünü mideye indirirsin. Tabii bunun yaninda sofrada; taze maydanoz, taze nane,salatalik,domates  birbirinden farkli en az 4 çesit reçel,sarisi kayisi kivaminda en fazla iki günlük yumurta ve daha neler neler...   

Gel zaman git zaman dedemin bütün çocuklari yaylada kendilerine ayri evler yaptirdilar . 
Belli bir zaman sonra aksam yemekleri ve sabah kahvaltilari arada sirada kalabalik olsa da hicbir zaman eski tadi vermedi. 
Çünkü herkesin evi artik ayriydi ve istesek de istemesek de arada görünmez bir duvar vardi. 

Tabii babam da ev yaptirdi. Bizim yayla evini yaptirirken o evi hiç istememistim. Alttan alta kiziyordum ona. ''Yayla yaptirana kadar deniz kenarindan bir ev alsaydi keske'' diyordum. 

Liseye gectikten sonra ben de dahil olmak üzere bütün kuzenlerim yayladan uzaklastik. 
Hepimiz deniz kenarlarini, tatil yerlerini tercih ediyorduk. Kimimiz çalisiyor kimimiz de yaz aylarinda sehirde kalmayi tercih ediyorduk. 
Üniversite zamani boyunca ise birak yaylayi, neredeyse dogdugumuz sehiri unuttuk. 

Simdi ise kendi kendime ''babam iyi ki bu yayla evini yaptirmis'' diyorum.

Babam 
Çünkü insan herseyi unutuyor ama sanirim unutmadigi tek sey çocuklugu oluyor.  


















Bugün Manhattan da is yerime giderken hergün ugradigim meyva tezgahina ugradim. 
Bu sefer sabah saatleriydi. Genelde ögleden sonra ugradigim icin iyi meyvalar bitmis oluyor. 
Gözüme kiraz ilisti ve zannediyorum 2 pound kadar aldim. Meyva tezgahinin sahibi Türk vatandasi bir arkadasim oldugundan sagolsun genellikle tam fiyat almiyor. Ona ragmen kirazin etiket fiyati benim yaylada yedigim, senin Anadolu'da pazardan alip yedigin kirazin üç dört kati fiyati. 

Ben kendi kendime kafamda bunun analizini yaparken ve bir yandan da kirazi yerken aklima sürekli çocuklugumda yayla da dalindan kopararak yedigim kirazindan seftalisine,elmasindan erigine,findigindan kayisisina her türlü meyva geldi.  Ardindan ise yukarida yazdigim fazlasi var eksigi yok anilarim tek tek gözümün önüne geldi. Sonra yine kendi kendime düsündüm. 

Bu hayattan ne bekliyoruz ve hayat bize ne veriyor? diye sordum. 

Mutlulugun tanimi ne? Formulü var mi? dedim. 

Biz insanlari ne üzüyor acaba? Bizim dogadan ayri bir parca oldugumuzu düsündüren yapi nedir? diye soru yagmuruna tuttum zihnimi. 

Tüm bu sorulari sorarken küçük bir aydinlanma yasadim. 

Ben matematigin sadelestirme üzerine kurulu oldugunu çok geç anladim. 
O yüzden de üniversiteyi 24 yasimda kazandim.:)) 

Sanirim,  HAYAT da  tipki MATEMATIK gibi. 

Ne kadar sadelesirsen o kadar mutlu oluyorsun. 


''Insanim'' diyebilenin kimyasinda hali hazirda olan bir özelliktir diye tahmin ediyorum: Bilgi ile donansan da para içinde yüzsen de eninde sonunda SADELESMEYI seçeceksin. 

O zaman; 

Hayati ne kadar sadelestirirsen o kadar mutlu olursun. 


Ahmet Serdar Eker 
9 Temmuz 2014 
New York



3 Temmuz 2014 Perşembe

Sosyal Medya Kardesligi


Facebook baska arkadaslik baska. 

Biz, yurt disinda yasayan vatandaslar olarak zamanimizin bircogunu hatta her anini desek yeridir, sosyal medya aglarinda geciriyoruz.  
Niye mi? Hemen aciklayayim. 

Çünkü ; "Sen" memleket meselesini is  yerinde konusmasan otobuste konusuyorsun otobüste konusmasan bakkalda konusuyorsun, bakkalda konusmasan asansorde biriyle karsilasiyorsun orada konusuyorsun. Hadi asansorde kimse yoktu diyelim bu sefer  evde televizyona saydiriyorsun. Yani benim güzel kardesim bir sekilde  konusuyorsun. Fakat biz? Hic düsündün mü bizi? Simdi düsünüyorsun degil mi? Ama bir yandan da cevap bulamiyorsun degil mi? 
Let me explain about it then, 
Kardesim biz senin kadar konusamiyoruz. Çünkü bizler  "Gurbetciyiz" :) 

Elbet biz de konusuyoruz yeri geldiginde fakat "o yer" ya haftada bir kez ya da ayda iki kez denk geliyor. 

Bizler memleket meselesine iki kelam etmek  ihtiyaci duydugumuz zaman hemen hali hazirda cebimizde duran, bütün  memleket de dahil olmak üzere dünyayi bile icine sigdirdigimiz  telefonumuza sariliyoruz. 
Ne yapalim? 
Baska bir sekilde bu ihtiyacimizi gideremiyoruz.  
Is yerinde is arkadasinla konussan o arkadas konuya hakim degil -ki gayet normal çünkü ayni memleketli degilsin. Konuyu anlatsan konunun sonunda "Does it make sense to you?" diye soruyorsun o da "well-kind of" diyor. 
Tipki senin de onun memleket meselelerine yabanci kaldigin gibi. Yabanciligi bir kenara birak onu bu dünyada yok saydigin gibi.  
Yani benim güzel kardesim, konusurken ne koyabiliyorsun ne de sokabiliyorsun.
Yemek yerken sofradan ac kalkmak gibi birsey oluyor. 

Zaten insan memleketten uzak olunca memleket meselelerine karsi bütün sensörleri acik ve gelismis oluyor. Daha bir duygusal oluyor. Hatta inanmazsin biraz daha insan oluyor. Hal böyle olunca memlekette olan biten her konuya müdahil olmak bizim farzimiz oluyor. Çözüm üretelim diye kendimizi paralar oluyoruz. Sorunlara kayitsiz kalmayalim diyor bir yanimiz. 
Bazen cosku kontrolsüzlügünde yazdigimiz yazilarda belki gönül kiriyoruz fakat edepsizlik etmiyoruz diye tahmin ediyorum. 
Bak sana söyle anlatayim kardesim.

Bizler senin gibi 3 günlük yurt disi seyahetine çikar çikmaz daha ilk günden "bir baskadir benim memleketim" sarkisini söylemiyoruz.Biz o sarkiyi yaziyoruz kardesim. Biz o sarkinin ta kendisi oluyoruz. 

Ben bunlari niye mi yazdim? Onu da aciklayayim.

Facebookta siyasi ya da toplumsal bir konu ile ilgili yazdigim elestirilerde hemen özelden ya da direk tacize magruz kaldigim zamanlar oluyor. Taciz derken tesbihte hata olmazmis kuralini çignemeyelim. 

Eger yazdiklarimdan ve paylastiklarimdan rahatsiz olan arkadaslarim varsa ve tepki gösterirken de kontrollerini yitiryorlarsa lütfen beni takipten vazgecsinler. 
Vallahi billahi darilmiyorum da üzülmüyorum da. Arkadaslik baska Facebook baska. 

Bu arada kimse bana "Beni mi kasdediyorsun" diye mesaj atmasin. Öyle bir mesaj atacaksan zaten bilki o kisi sensindir. 
Bak beni durduk yere Blog Sahibi yaptin. 

Sözlerimi My religion is love, my ethnicity is being a human,my law is empathy and I am from the earth olarak bitiriyorum ve limonlayip hafif tuz atmis oldugum organik maydanozumu yiyorum.